Küçükken genelde canımız fiziksel olarak yandığında ağlardık. Ergenlik döneminde ise yine canımız yandığında ama daha duygusal konulara ağlardık. Biraz daha büyüdüğümüzde ise çok güvendiğimiz, değer verdiğimiz insanların canımızı yakmasına ağladık.

Yaş ilerledikçe ağlamalarımız da azalmaya başladı. Belki acıya alıştık, belki de acıya karşı güçlendik. Duygusuzlaşmak değil aslında, duyguları dışa vurmamayı öğrenmek gibi. Bazen ise çok daha travmatik olaylara ağlamış olmanın getirdiği, daha az acı veren olaylardan veya kişilerden etkilenmemeyi gerçekleştirmemizdir.

Ülkemizde sadece seyirci kalabildiğimiz ve bize acı veren ölümler de, alıştığımız ölçüde gittikçe ağlatmayacak. Ne istediğimizi, nasıl ve neden yaşayacağımızı bizim yerimize belirleyen ve şekillendiren bu emperyalist sisteme karşı durup acı çekerken de ağlamamayı öğrendik.

Aşk, sevgi ya da tutku, eskiden bizi nasıl da ağlatırdı. Günlerce aylarca aşk acısı çekerdik. Şimdi ise ağlayamıyoruz bile.

Hayat o kadar çıplak bir gerçeklikte ki, artık acı çekmek o kadar sıradanlaştı ki ve ölmek o kadar kolay bir hal aldı ki, boş boş bakan gözlerle ağlayamadan öylece kalakalıyoruz.

Buna ister alışmak, ister güçlü olmak, ister olgunlaşmak değin. Ne denirse densin duygularımız yıpranmış, insanca tepkilerden uzaklaşmış bireyler oluyoruz. Ağlayamadıkça içimizdeki güzel şeyler ölüyor. Ağlayamadıkça içimize attıklarımız koca bir çöp yığını gibi büyümeye ve kokuşmaya başlıyor.

Kahkahalarla gülmemiz ayıplandığı gibi ağlamalarımız da ayıplanıyor. Duygusuz robotlar olmamız, insanca yaşama hakkımızın bir anlamda elimizden alınması anlamına geliyor.

Tekrar ağlamayı başarmamız dileğiyle…