Sene 1998. Türkiye gündemi, tanesi 4800 dolardan 575 adet alınan ceylan derisi koltuklar ile çalkalanıyor. Dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli, ihaleyi alan firmadan bedeli ne ise ödeyerek aldığı konutla ilgili medyada yer alan haberlerin akabinde dayanamayarak bir basın açıklaması yapıyor: “Ahlaki açıdan yanlış bir şey yapmadım, ama etik açıdan hatalı davranmış olabilirim”.

Etik ve ahlak ayrımı üzerine belki en net örneklerden biridir Mustafa Kalemli’nin sözü. Bedelini ödeyerek konut almak ahlaken uygundur, ancak konumu gereği devletin işi ile bağlantı kurduğu bir firma kanalı ile şahsi olarak bir yatırım yapması etik değildir. Paranla eşdeğeri başka bir firmadan alınmalıdır o konut. Ahlaki olmayan bir durum her zaman etik de değildir. Ancak ahlaken uygun bir durum her zaman etik olmayabilir.

 

 

Benim tanıdığım ve tanıdığım için kendimi şanslı addettiğim bir hanım var. Yanlış ifadeler kullanmamak ve kişisel yorumlar koymamak için sadece bildiklerimi anlatacağım. Kendisinin bu yazıyı kaleme aldığımdan bilgisi olmasa da, itibarı katledilen bu kadına ve sessizliğine dair bu yazı bireysel bir vicdan muhasebesidir.

 

İç Anadolu’nun küçük bir şehrinde öğretmen anne ve babanın büyük çocuğu olarak dünyaya gözlerini açıyor. Sonrasında da o zamanlarda var olan ve hatta 2000li yıllara kadar süren aile çizgisi gereği bir de erkek kardeşi oluyor. Eğer ki, bir kızınız ve bir erkek çocuğunuz var ise, aile oluşumunuz tamamlandı diye düşünülür hala kimilerince. Aynı cinsiyetten çocuklar olsa dahi 4 kişilik aileler vardır, özellikle de ebeveynlerin okumuş olduğu durumlarda. Aile, her ne kadar modernlik ölçütlerine uyuyor gözükse de, geleneksel çizginin sürdüğü bir hayat var. Anne ve baba eve eş zamanlı girseler dahi yemeği yapmak, sofrayı hazırlamak ve toplamak, eve ait işler annenin sorumluluğunda.

 

Ailenin kızı başarılı bir öğrenci olarak eğitim hayatını sürdürüyor ve lisede iken ani bir şekilde anneyi kaybediyorlar. Anne her yaş için bir destek, ihtiyaç iken ergenlikteki bir kız için de ciddi travma. Bir şekilde hayat devam ediyor ve kızın gelecekte genler üzerine çalışmak hayallerini süslüyor. Sınava giriyor ve idealine ulaşmaya bir adım daha yaklaşarak ODTÜ Biyoloji bölümünü kazanıyor. Kayıt işlemleri akabinde ODTÜ içinde bulunan yurtlarda kalmaya başlıyor. Yurtta o dönem ranza sistemi var ve yanlış hatırlamıyorsam 6 kişilik bir odada kalıyor. Hazırlık sınıfı esnasında da bir yandan bölüm hocaları ile tanışıyor, kendi ideallerini aktarıyor ve bölümün hocalarınca da benimseniyor.

 

Bir şekilde tanıştığı bir kapalı arkadaşı var kızımızın ve bu arkadaşı kıza dini içerikli (özellikle vurgulamak isterim FETÖ ile ilgisi olmayan) bir dergi veriyor okuması için. Belli bir periyot sonra verilen geri alınıyor, başka bir sayı veriliyor. Kızımız nezaketen alıyor ve yatağının altında tutup kapağını açmadan iade ediyor aslında. Derken inanca karşı, din ve inanışlara saygı da beslemeyen oda arkadaşı bu dergiyi buluyor ve paramparça ederek “sen bunu nasıl okursun, bulundurursun” diye çıkışıyor. Kızımızsa verilen emanetin korunamaması nedeniyle “bunu nasıl yaparsın, arkadaşıma ne diyeceğim” kaygısında. Sonrasında verilen dergiye bu kadar karşı iseler içinde ne yazıyor diye okumaya başlıyor, okuyor okuyor okuyor. Okumakla kalmıyor, okuduğunu anlıyor, anladığı gibi yaşamaya başlıyor. Ve ani bir karar ile tesettüre girmeye karar veriyor. Giriyor bir mağazadan dışarı çıktığında tüm gardrobunu, ailesini, çevresinin düşüncelerini yok sayarak, bir daha hiçbir kuvvet açtıramayacak şekilde inandığını uygulamaya başlıyor. Babasının tepkisi nedeniyle bir müddet memleketine de gitmiyor. O sıralar zekanız, sınavı kazanmanız yeterli deği, okuyabilmeniz için. Bir de ön koşul var: çağdaş, laik görüntünüz olmalı. Bu ön koşul da cinsiyetçi olarak sadece kadınlara uygulanıyor. Turuncu saçla, dövmeler, metal dedektörlerini inletecek tuhaf aksesuarlarla, politik görüşünüzü yansıtan giysilerle, boynunuzda haçla falan okuyabilirsiniz ama başörtüsü ile asla. Üniversitede şu an başörtülü okunabiliyor, diğer seçimlere de karışan yok. Olması gerektiği gibi.

 

Başörtüsü yasağı… “Bu şekilde derse giremezsin” diyen “Sen ne yaptın kendine böyle?” sorgulaması ve çeşitli ikna süreçlerini kurgulayan bölüm hocaları. “Hani ideallerin vardı”, malumunuz bir de varoluş için özellikle bu alanda çalışanlar maymundan gelmeyi benimserler. Atalarını maymun olarak niteledikleri için d,e inançları ve gereklerini cahilane diyerek etiketlerler. Derse alınmama nedeniyle yaşadığı üzüntüyü hissedebiliyor musunuz? Dünden bugüne değişen sadece inancımın gereği, ama benim ben, aynı burayı kazanmış diğer öğrencilerden biriyim. Kazanılmış hakkım yok sayılıyor. Neden? Çünkü başörtülüler cahil olur. Bunu desteklemek için de eğitim hakkınız alınabilir, bir tane dahi örneklem oluşsun istenmez. Sonra “Bakın, çevrenize okumuş bir başörtülü var mı? Cahiller başlarını örtüyor. Çağ dışı!” derler. Velhasıl-ı kelam sonunda girilmeyen dersler, devamsızlık sorunu ve okuldan atılmaya kadar giden süreç, lise diplomasının arkasına BAŞARISIZ ibaresi basılarak iade edilmesi ile sonlanıyor. Derslere alınmayan, sınava hak tanınmayan birine verilen hüküm: BAŞARISIZ! Kendisi de böyle ifade ediyor “Ben BAŞARISIZ olmadım, ben derslere alınmadım”.

 

Başörtüsü sorununu yaşarken tanıştığı kişi ile evleniyor. Sonrasında da başörtülü olarak okuyabileceği Gazi Üniversitesi Arapça Öğretmenliğini kazanıyor ve 2 çocukla bu bölümü tamamlıyor. Sonrasında Denizli günleri başlıyor. 3. oğlu ve ardından kızı dünyaya geliyor. Bu esnada İlahiyat Önlisans programını tamamlıyor ve Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde lisans tamamlaya başlıyor. Öğretmen olarak Milli Eğitimde göreve başlıyor, müdür yardımcılığı ve ardından kurucu müdürlük yapıyor. Kurucu müdür olarak atandığı okuldan kısa bir süre sonra eşi de üniversiteye vekaleten rektör olarak atanıyor. Önce atanan kendisi olmasına rağmen o günlerden itibaren işleri sadece konuşmak olan kişiler tarafından itibarı zedelenmeye çalışılıyor. Öyle ya da böyle okulun tüm angaryasını çekiyor, düzeni kuruyor. Asaleten atama bir başka isme yapılıyor. Ardından yaşanan süreç herkesin malumu. Öğretmenlikten Enstitü Sekreterliğine diye atılan başlıklarda sanki lisans mezunu dahi değilmiş gibi bir anlam çıkmasına izin veren alt dolgular ile itibar suikasti yapılıyor. Etik kısmı noktasında tepkinin olması gayet normaldir. Ancak daha az günahsız olduklarına emin olanların (?) attığı ilk taşla galeyana gelen, özellikle de mütedeyyin diye tanımlanacak çevre acımasızca devam ediyor. İstifası alındıktan sonra derin bir sessizlik olmuyor, zira hedefleri bu okuyan, analiz yapan, doldurduğu nöronlarının hakkını ziyadesiyle veren kadın değil.

 

Türkiye’de gerek üniversitelerde ve gerekse seçilmişlerin makamlarında karşılaşılabilen benzer durumlar için, hiç bu kadar fırtına kopmamıştı. Liyakate dayanan bir durum ahlaken uygundur. Medya mensuplarının duruma ve koşula göre farklı tavır takınmaları ne etiğe ne ahlaka sığmıyor. Yaşanılan örnekte ahlaken de uygunluğun olmadığı izlenimini oluşturan kalemşörlerin atıp tuttuğu, savundukları etik ilkeleri ile kendilerinin çelişmesi de, göz ardı edilmemeli. Bu derece yalnızlaştırılan, kariyeri, itibarı örselenen, bizzat tanıdığım için ahlaken uygunluğu konusunda tereddütüm olmayan bu kadına yapılan haksızlığın karşısındayım ve bu kadının yanındayım.