Bakmayın böyle neşeli göründüğümüze bizim...
Bir bohçacı kadın gibi ülkeden ülkeye, kapıdan kapıya…
Uçaklarda uyumaya çalışırken boynu tutulmuş, pasaport kontrolünde sorguya çekilmiş, otel lobilerinde mail beklerken uykusuzluktan gözleri kızarmış insanlarız biz…
Bizlere “ihracatçı” diyorlar…
Elinde çantalarla, hatta 30 kglık koca valizlerle yaz demeden kış demeden ülkeden ülkeye sürüklenen bizler ve bizim gibi olan yol arkadaşlarımız sadece ürün taşımıyor.
Memleket yükü, döviz beklentisi, istihdam umudu, fabrikasındaki işçilerin duası da bizlerin valizinde…
Girdiğimiz her kapıda önce şüpheyle karşılanıyoruz…
“Bu Türk malı mı?”
“Numuneyi bırakın, değerlendiririz.”
Bekle… Umut et…Bekle… Yine bekle…
Bir otel odasında veya lobisinde tek başımıza otururken kimse görmüyor bizleri.
Kimse bilmiyor kaç kez reddedildiğimizi, kaç kez saatlerce kapılarında bekletildiğimizi, kaç kez “hallederiz” deyip geri dönmeyen alıcıların arkasından iç geçirdiğimizi, kaç kez döviz kuru oynadı diye kâr ettiğimizi sanıp aldığımız işten külliyen zarar yazdığımızı...
Hele bu son zamanlarda ayakta kalabilmek için ne fedakarlıklar yaptığımızı…
Ama yine de sabah oluyor, takım elbise ütüleniyor, tıraş olunuyor numuneler katlanıp çantalara yerleştiriliyor.
Yine o kapılar çalınıyor.
Çünkü pes etmek, sadece kendimizden vazgeçmek değil; arkamızdaki bütün bir ülkenin umudundan vazgeçmek demek...
Belki kimse alkışlamıyor, kimse sahne ışığı yakmıyor ama gerçek şu:
Türk ihracatçısı, yıllardır bıkmadan usanmadan dünyanın en büyük meydan okumasını valizinin tekerlek sesleriyle yapıyor.
Sessiz, gösterişsiz… Ama onurlu...🇹🇷🇹🇷