Geçenlerde televizyonda “İlk buluşma” diye bir programa denk geldim. Bir kişi; eşine, annesine, arkadaşına şaka yapmak üzere program yapımcıları ile işbirliği yapıyor ve şakazedenin; arkadaşı ve ekip üyelerinin sergilediği anlamsız hareketlere, sözlere karşı tavrına gülünüyor. Yıllar önce kameraya çekilmiş ve yönlendiren birileri olmasa da, bir arkadaşımın şakası geldi aklıma. Ben de yaşadığım deneyimi aktarayım dedim.

Özlem lisanstan bir arkadaşım. Ankaralıdır. Mert bir kızdır ve sert mizaca sahiptir. Dışarıdan birilerinin cıvımasından hoşlanmaz. Onun yanında iken, o daha çevik davrandığı için, kimseye ayar vermek zorunda olmadığımdan, sadece gülümseyerek o anın keyfini çıkartabildiğim nadir insanlardan biridir. Biraz balık hafızalıdır. Kişilere ve olaylara fazla takılmaz, bu nedenle de kolaylıkla unutur. “Kim Milyoner Olmak İster”e katılsa beni jüriye yazdıracak kadar da bana güvenir. Mesela, şehirlerarası yolculuk esnasında kendisi ve birlikte seyahat ettiği kişiler de hatırlayamayınca Gargamel’in kedisinin adını sormak için aradığı vakidir. (Bu arada kedinin adı Azman). Ankara’da doktora yaptığım dönemde ailesi akşam yemeğe alırlardı sağ olsunlar. Ben okulla ilgili anılarımızı anlatırken ailesi ile birlikte kahkahalara boğulurken, devamını ağzı açık merakla dinlerdi. En büyük sitemimdi “Lütfen kafamdan hikayeler uyduruyorum da ilk kez duyuyormuşsun gibi yapma. Sen yaşadın bunları!”. O ise bana teşekkür ederdi “sayende bir üniversite anım oldu” diye. Yakın bir geçmişte Enerji Bakanlığında çalışan sınıf arkadaşımızla karşılaşmışlar. Arkadaşımız “biz aynı sınıfta okuduk” demiş. Özlem beni arayarak “ismi şu olan arkadaşımız var mıydı? Geçenlerde karşılaştık sınıf arkadaşı olduğumuzu söyledi de” teyidini gerçekleştirdikten sonra da “Aramızda kötü bir şey geçmiştir belki diye temkinli davrandım. Lan oğlum var mıydı bir sorun” diye ekledi. Bir de mühendislik var ya serde, bize göre kadınlara da “lan oğlum” denebilir.

Özlem bana göre 20 cm uzun olduğu için bana “miniğim” der, kolunun altına sıkıştırarak gezdirirdi. Bu miniğim zaman içerisinde tüm sınıf tarafından kabul görerek lakabım “Minik H.C.” olarak yayılmıştı. Aslında tüm süreç, bu miniğim lafından türemişti. Bir gün rüyamda Özlem’e “uzaydan baktığımızda her ikimizde bir noktayız ha 1.55 lik bir nokta ha 1.75lik bir nokta” diyordum. Elbette anlattığımda çok gülmüştük ve her nasılsa o bu rüyayı unutmamıştı. Lisanstan mezun olduktan sonra ben Denizli’de yüksek lisans yaparken o ise Ankara’da özel bir şirkette işe başlamıştı. Bir gün telefonda konuşurken hazırladığım bir kurgu olmamasına rağmen birden “benim boyum uzadı” dedim. Elbette inanmadı. O kadar çabuk “he, tabi tabi” tavrına ifrit olduğumdan mıdır bilinmez peşi sıra gelişen olaylar ile durumu pekiştirdim. O sıralar mektup devri bitmiş, e-posta devri popüler ama anlık mesajlaşma programları henüz yok. Messenger falan var ama işyerlerimizde işimizle meşguldük. Chatleşmek yok! Arada mailler yazıyoruz birbirimize ve ben bu maillerde de “sen inanmadın ama” ile başlayan “Efendim yeni bir yöntemmiş, 25 yaş altı bireylere uygulanabiliyormuş, işte 6 ay boyunca iğne ilaç tedavisi derken boyum 1.72 m olmuş” falan falan… cümleleri kuruyordum. Ortak arkadaşlarımızı da arayarak suflelerini verdim. Onları arayıp sorduğunda “evet uzadı” diyorlardı. Yazdığım maillerde boyumun uzadığını dolaylı imalarla ifade ediyordum. Mesela “kazak örüyorum kendime ama eskiden olsa hemencecik bitiyordu, bu ne ya! Ör ör, bi bitmedi” falan… Nasılsa inanmadı diyorsam da, yine de bir müddet daha boyum uzamış gibi yazmayı sürdürdüm. O zaman fotoğraflar çekiliyor, tab ettiriliyor, scannerda taranıyor da, ancak maile eklenebiliyor. “At bakayım resim” dese, “tab ettireyim atarım” diyorum. Gel zaman git zaman, bir sempozyum için Ankara’ya gittim. Elbette Özlem ile de görüşmeliydim. İşyerine yaklaştığımda o beni almak için dışarı çıkmıştı. Kendinin ifadesi ile “miniğim nasıl oldu acaba” heyecanı ile beklemiş yolumu. Sonra beni gördü ve koşmaya başladı. Yüz ifadesini görünce ve “layyynnn” bağırışını duyunca ben önde o arkada, Ankara Maltepe’de epey bir koştuk. Hem koşup, hem gülmek, hem de bu esnada özürler dilemek daha bir yoruyor insanı. En son durakladım ve “inanmadın sanmıştım” derken o “lan oğlum, millet bana ‘bu kadar geri zekalı mısın olur mu öyle şey’ derlerken, ben olmuş işte dedim. Rezil oldum lan” dedi. İşte tam da o gün intikam yemini etti.

Doktoramı tamamlamak üzere olduğum sıra haftasonları da okulda çalışıyordum. Özlem de konservatuara gidiyor ve tanbur çalıyordu. Bir haftasonu onun çalışması bitince buluşalım dedik. Sözde Bahçelievler girişinde buluşacaktık. Birden telefon çaldı ve okula geldiğini arkadaşlarının orada bıraktıklarını, birlikte yürüyerek geçelim diye düşündüğünü söyledi. Birlikte çıktığımızda müzik aletinin nerede olduğunu sorduğumda anlamalıydım beni bekleyen sürprizi. “Arkadaş ‘taşıma ben getiririm daha sonra’ dedi” falan gibi bir bahane uydurdu. “Hafta içi çalışmayacak mısın” dediğimde de konuyu bir şekilde çevirdi.

Loş ve karanlık mekânlardan pek hoşlanmam. “Bak şuranın yiyecekleri güzel oluyor, girelim mi” dediğinde “ya kızım burası karanlık ve loş gibi, hem logoya bak! Bu neymiş?” dedim boğa figürünü gördüğümde. “Ya gel bir dene, beğenmezsen çıkarız” dedi. Eee arkadaş hatırına çiğ tavuk yemedik ama öküz armalı mekâna girdik. İçerisi bilindik Amerikan kafe düzeni. Uzun karşılıklı bench koltuklar… Karşılıklı oturduk. Derken garson geldi. “Buyrun ne alırsınız” diye sordu. “Menü alabilir miyiz” dedim. “Makarnalarımız çok güzel makarna vereyim mi” dedi. Bu esnada da Özlem yaka kartını okuyup “Hacı Bey” diyip güldü. Ben biraz daha sert şekilde “Menü alabilir miyiz” dedim. “Niye makarna yemiyorsunuz ya, ama çok güzel” diye tekrarlayınca “hayırdır dünden makarna kaldı, kime satacağınızı mı bilemediniz. Bu ısrarın üstüne asla makarna istemeyiz. Lütfen menüyü getirir misiniz” dedim. Menüler geldi. Siparişi verirken Özlem yine gülerek “Hacı Bey bana şu” diyip gülünce masanın altından bir ayak darbesi attım. Tamam, kısa boylu olabilirim ama kritik zamanlarda her yere yetişirim. Allah Allah ne olmuş bu kıza, ne vurdu ki bunun kafasına düşünceleriyle birlikte ben de siparişi verdim. Bu esnada “deli galiba, iptal edip çıksak mı” dedim. “Ayıp olur, yazık ya deliyse de ekmeğini kazanmaya çalışıyor” diyip drama bağlayınca nasılsa siparişi de verdik, daha ne kadar muhatap olabilir ki diye düşündüğümden biz sohbete başladık. Siparişler geldi. Bir yandan sohbetimizi sürdürüp bir yandan yemeğimizi yerken eleman önlüğü çıkararak yanımıza geldi. Özlem’e “kayar mısın biraz sohbet edelim” dedi. “HAYIR!” dediğimiz halde bir yandan yerleşti, bir yandan sorular sormaya başladı. İşin ilginci Özlem sorduğu sorulara gülmelerinin eşlik ettiği yalan yanlış cevaplar veriyordu. “İsminiz ne” diyordu, “benimki Ayşe, arkadaşımın Fatma”, “nereden geldiniz” diyordu “Diyarbakır”, “ne iş yapıyorsunuz, okuyor musunuz” diye sorduğunda “öğretmeniz”… Allahım, nasıl bir duruma düştük derken artık “Ayşeeeeeee!” falan diye kızmaya başlamıştım. Arkadaşımın gerçek adını söyleyerek yalanını ifşa edemezdim veya adam başına musallat olabilirdi ismini bilirse! Sonra “bu işyeri benim, arabam da var” diyip anahtar göstererek “isterseniz sizi gezdiririm” dediğinde “ne münasebet, lütfen kalkar mısınız” diye çıkıştım. “Ne var ki falan” derken Özlem de “lütfen kalkın” diyordu ama bir yandan da gülmeye devam ediyordu. Ben “gülmesene” diye tırmalıyordum. Sonra görevlilerden birinin kapıya doğru geçtiğini gördüm. Artık bir şekilde bu gereksiz kişiliği o masadan kazıtmanın zamanı çoktan gelmiş ve geçmişti bile. Yerimden kalktığım anda Özlem “gitme, beni yalnız bırakma” dedi. “Sakin ol, az sonra hallolacak bu mesele” diyerek kapıya yöneldim. Çalışana “pardon da, bizim masada oturan kim” diye sordum. “Arkadaşınız değil mi” dedi, “Yooo, buranın sahibi olduğunu söylüyor. Lütfen kaldırır mısınız” dedim. Haliyle yerime geçişim tam bir az sonra göreceksin sen havasında idi ki, ikisi birbirine bakıp “hadi söyleyelim artık” dediler. Şimdi 11 yıllık evliler!