Ortaokul son sınıftaydım. Siyah kuşaktanım ben. Şimdiki 8. Sınıf. Bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Hakkıyla öğretmendi, kadındı. İnsan zamanla çok daha iyi anlıyor hocalarının kıymetini. Kompozisyon dersinin bir saatini münazaraya ayırırdı. Bir gün tartışma başlığı “kadınlar mı daha güçlüdür, erkekler mi” idi. Şaşırtıcı şekilde tüm sınıf cinsiyet farkı olmaksızın “erkekler daha güçlüdür” yargısında birleşiyorlardı. Parmak kaldırarak söz bana geldiğinde “kadınlar daha güçlüdür” dedim ve o anda üzerime yöneltilen yuhalamalar, kağıt topları ile ilk protestomu da yemiş oldum. Öğretmen, “bir dinleyelim bakalım” dedi. Ben devam ettim: “Evet erkekler fiziken çok daha güçlüler, ancak duygusal olarak kadınlar daha güçlü. Eşi ölen bir erkek çocuklarını tek başına büyütmeyi göze alamazken, kadınlar her türlü zorluğa göğüs geriyorlar, annelik yanında babalık görevini de üstleniyorlar. Ancak kimi kadınlar da var ki; fiziken de kimi erkekler kadar güçlü olabiliyorlar. Ya da bir erkek kadından daha dirayetli olabiliyor. Güçlülük ele aldığımız kritere ve güçlükleri aşma seviyemize göre değişiyor” demiştim. Henüz çocuk denilecek çağımdı ve keşke hayat sadece o zamanlardaki gözlemlerim ve değerlendirmelerim çerçevesinde kalsaydı.

Bir çatışma halidir alevleniyor. Sosyal medyada derin izler bırakarak. Haddini aşan sözler, ithamlar, suçlamalar. Bir nevi şiddet uygulanıyor, farkında olunmadan. Karşı tarafı anlama yeteneğimizi de yitiriyor, düşüncelerimizin objektifliğini ideolojiler, yaşanmışlıkların öfkesi ile perdeliyoruz. Uzlaşı kültüründen uzaklaşıyoruz günbegün. Karşı argüman diye sunulan kişiye özel durumlara yorum yapmayıp konuya odaklanmayı yeğlerseniz, “bak cevap veremiyorsun” deniliyor. İfade etmeye çalıştıklarınız topyekûn değersizleştirilmeye çalışılıyor. Oysa sadece konunun dağılmamasına gayret ediyorsunuz. Sözleriniz sizin söyledikleriniz değil de; karşıdakinin anladığı kadar anlam ifade ediyor. Ve bazen ne söylerseniz söyleyin, kendi anlamak istediği gibi anlayanlarda değil de; kabahat sizde oluyor.

Ne duyulmak isteniyor:

Gelenekle gelen hikayelere dayanarak; Ey kadın! Sen ki, Adem’in kemiğinden yaratıldın! O nedenle de varoluş sebebine itaat et! (Oysa kemikten yaratılmadık, Allah aynı özden yarattı)

Ey kadın! Sen ki, yasak meyveyi yedirdin, erkeğin aklına girdin. Erkek akledemiyordu, güçlü de değildi, sen çeldin aklını ve günaha sürükledin. Erkek bir hata yapıyorsa, sebebi sensin.

Ey kadın! Ne işin var sosyal hayatta ve çalışma yaşamında.

Ey kadın! İlk ve en önemli görevin anne olmaktır. Anne ol! Evlat kötü olursa da kabahat sadece sende! Sen düzgün yetiştirsen toplum düzelir, hiç sorun kalmaz. Babaların zinhar mesuliyeti olmaz, olamaz.

Ey kadın! Boşanırsan kabahatli sensin. Kadın olsan boşanmazdın zaten!

Kız kısmı okumasın! Benim hanıma kadın doktor baksın istiyorum!

Çalışma evinde otur! Boşanırsan evde oturma, elin ayağın tutuyor, git, çalış! Çalışacaksın, evinin işini yapacaksın, çocuklara da sen bakacaksın tabii ki!

Veyahutta karşı taraftan;

Kadınlara kimse karışamaz, istedikleri gibi giyinir, gezer, konuşur.

Ey adam! Haddini bil. Biz olmasak hiçbir işinizi yapamazsınız. Bize muhtaçsınız. O nedenle bizi el üstünde tutmalısınız.

Kadın dediğin şöyle olur! Bu tanıma uymuyorsan sen de kadın mısın?

Kadın elbette çalışacaksın, kendi ayakların üzerinde duracaksın. Ekonomik özgürlüğün olsun. O senin paran!

KADEM tartışmaların merkezinde son günlerde. Milenyum diye beklenen bin yılın bitip yeni bir bin yılın başlayacağı dönemde ülke olarak başörtüsü meselesi en önemli gündemimizdi. Laiklik ile kamusal alanlarda başörtüsü serbestliğine izin verilmemesi gerektiği yönündeki açıklamalar ve uygulamalar ile öğrenim görme, sağlık hizmetlerinden faydalanma gibi en temel insani haklardan bile ciddi mahrumiyet ve mağduriyetlerin yaşandığı günlerde ben de öğrenciydim Gazi Üniversitesinde. Kampüsün giriş kapısında başörtülü öğrencilerin başını açtırmaya çalışan güvenlikle de tartışmışlığım vardır. Dersler, okul binası diye başlayan yasaklama kampüsün kapısına kadar ilerlemiş durumdaydı. Güvenlik görevlisi “kamusal alan” diye o zamanın dillere pelesenk bahanesini sunarken, “şu kaldırım ve şu yol kamusal alan değil mi? İnsanlar Allah’ın emrinin aksine özel alanlarında yani evlerinde mi örtecekler” dediğimde “yanlış anlamayın, benim de annem/kızkardeşim kapalı. Yukarıdan gelen emir böyle” diyordu. Yeğenimin ilkokula başladığı gün bahçede müdür “başörtülü veliler, bahçe duvarı dışına” anonsunu yaparken; 6 yaşında, hepsi eşdeğer görülmesi gereken ve bu kültürü okulda edinerek yaşamları boyunca bir standart haline getirecekleri yerdeydiler bana göre. Hiçbir vakit inanmadığım hiçbir yerde olmadığım gibi, hiçbir vakit inandıklarım, düşüncelerim için de korkmadım. Ablama “haydi biz de çıkıyoruz” dediğimde müdür “siz açıksınız, sizin çıkmanıza gerek yok” dediğinde de “annelerinin dışa tezahür eden inançlarının yansıması ile bu çocukları ayrıştırıyorsunuz. Bir kısmının “anne gitme, beni bırakma” demesine imkan tanınırken bir kısmını bu gün bu yaşta büyütüyorsunuz” demiştim ve çıkmıştık bahçenin dışına. Ve o gün diğer annelerin de kendi evlatları gibi diğer çocukların da anneleri nazarında kıymetli olduğuna emin olduklarını sanarak onların da bahçe dışına çıkmalarını umdum. Ancak biz de hep var bu statükoculuk. Gördüğüm kareler ise küçümser bakışlar ve “hıh” diyen bir mimikle dudak büken, başını çevirenlerdi, ne yazık ki. Kadın dernekleri vardı elbet. Ancak sesleri, tavırları hiç te umduğum gibi değildi. Kendimiz gibi düşünmeyenleri yok saymak, hatta kendi düşüncelerimiz doğrultusunda ikna etmeye çalışmak ile çözümlenmeye çalışıyordu o günlerde sorunlar. Aslında o günlerde KADEM’e ne kadar çok ihtiyacımız varmış, KADEM’in ne kadar geç kalmış.

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için imzalanmış İstanbul Sözleşmesinin eksikleri vardır düzeltilebilir. Ancak tamamıyla yok saymak, kaldırmaya çalışmak; kimse kusura bakmasın da, kadının girmesi istenen tahakküm altında ezilmesini, dayak da yese susmasını beklemek, öldürülse de “babasıdır, kocasıdır, yapar” demektir. Kadınların az bir kısmı kanuni haklarını biliyor ve bunları da erkeğe karşı kullanıyor. Ancak bu azınlığı gerekçe göstererek; istatistiklere göre %40 oranında şiddet mağduru kadınları yok sayamamalısınız. Dişleri dökülmüş, ağzının içinde 20 yi aşkın dikiş, morlukları bulunan bir kadının yaşadıklarını kabullenmesi, dillendirebilmesi de öyle çok kolay değil. Tıpkı bir çocuğun topluluk önünde azarlanmasında söylediklerinizden daha çok topluluk önünde rencide edilmenin verdiği psikolojik zarar gibi bu durum. Hala pek çok kadın gözlükler ardına gizliyor ve kahrolası kapılar, dolap kapakları çarpıyor gözlerine. Gözlerini kaçıyorlar, çünkü yalan söylüyorlar, çünkü yine o aileyi ayakta tutmak, çocuklarına kol kanat germek için fedakarlık yapıyor kadın, kendince. Çünkü kocalarını toplum önünde küçük düşürmek ve çocuklarına babalarını böyle bir model olarak sunmak istemiyorlar.

Şiddet de bir bağımlılık gibi. Önce eşya ile başlıyor, sonra sözlü, sonra hayvana, sonra insana. Gittikçe de alınan/verilen doz artıyor. Ne olsun yani? Kadınları korumayalım mı? Kadınları korumak demek aileyi yıkmak mı? Kadın ailenin bir parçası değil mi? Kardeşim eşine vuramazsın, güzel güzel anlaşma yolu varken; derdin ne senin demeyelim mi? Sofrada tuz eksik diye ters getirilen sofradaki emeği, özeni, o emek verilirken eklenen sevgiyi, umudu yok mu sayalım? Kız kardeşlerinize ne yaparsa yapsın mı evlendiği için, nişanlandığı için, akşam vakti evine dönmek niyetiyle minibüsüne bindiği için, işvereni olduğu için …

KADEM eleştirilere bir basın açıklaması ile yanıt verdi. (http://kadem.org.tr/kadem-hakkindaki-iddialara-basin-aciklamasiyla-cevap-verdi/) İstanbul Sözleşmesinin imzalanması 2011, meclisten geçmesi 2012, KADEM’in kuruluşu ise 8 Mart 2013. Meclise taşıyan, mecliste onaylayan kimse değil de  KADEM’in ısrarla İstanbul Sözleşmesi üzerinden hedef gösterilmeye devam edilmesinin gerekçesini artık sadece “aslında bu meseleyi KADEM çözebilir. Saçınızı çekerek aslında ilginizi çekmeye çalışıyoruz” çabası gibi görüyorum. Nedense ana sınıfındaki bu dikkat çekme yöntemi kaç yaşına gelinirse gelinsin değişmiyor.

KADEM misyonu doğrultusunda her dönem kadın ve erkeğin birbirinden üstün olmadığını, bunların birbirlerini tamamlayan bir bütün olduklarını, ailenin bütünlüğünü öncelediğini ve insan olarak bakmak, adaletli olmak gerektiğini her fırsatta dillendirdi ve çalışmalarını da bu misyon üzerine şekillendirdi. “Siz erkeklere hayvan dediniz” şeklindeki bir diğer eleştirinin sebep gösterildiği Cins Var Cins Var başlıklı kampanyadaki filmlerde de cins var denilirken cinsiyet belirtilmiyordu. Yaratılmışların en şereflisi insan olarak konuşma, empati yapma yetenekleri de verilmişken sözüyle kendini ifade edemeyip, karşısındakini ikna edemeyenin şiddete başvurmasının bu onurlu seviyeye yakışmadığını anlatıyordu. “Erkek penguenler yavrularına eşleri ile birlikte bakarlar”, “ailesine düşkün olan kurt eşinin, yavrularının ve grubunun güvende olmasını ve aç kalmamasını sağlar” diyordu. Burada dahi ince bir mesaj vardı. Bereket çocuk bakımı sizin göreviniz diye yaygara kopmadı. Ya gelişmişlik seviyemizde ilerleme var ya da sıra buna gelmedi. “Şu kadar güce sahip olmasına rağmen boz ayılar, kurtlar eşlerine şiddet uygulamaz” diyordu. Filmlerin hiçbirinde “erkek ayılar”, “erkek kurtlar” da denilmiyordu. Yani şiddet uygulayan kadın erkek herkese bir mesaj veriyordu. Nedense özellikle de şiddet uygulamayan erkeklerin bundan alınması da bana göre bu yüzden oldukça saçma. Aynı zamanda dayak yemeyen hiçbir kadın, “benim eşim de aslanlar gibi ama bana şiddet uygulamıyor, ben de dişi aslan mıyım, bana hayvan mı diyorsunuz” da demedi. https://www.youtube.com/watch?v=vyj0VWllEkw , https://www.youtube.com/watch?v=zMBFe1y8N_w

Kimi kadınlar var ki, yeter ki üstümden gitsin diye tüm haklarından feragat ediyorlar. Maddi ve manevi sömürüldükleri sürecin zorlu sonucunda da yine fedakarlık yapıyorlar. Emek sömürülmemeli ve bu iki yönlü olarak geçerli. Ben emek verdim çerçevesinde başlıyor ailelerdeki sorunlar. Verilen emek ben üzerine olunca da yürümüyor. Biz üzerine emek verilmesi de ne yazık ki tek taraflı olmuyor. Sevgi emek demek. Sevgi, saygı üzerine biz bilinciyle emek vermeyi telkin etmez olduk. Aslında kadınları evlenirken “gerek evlenmiş, mutlu olmuşlar” ile biten masalların koşullandırması, gerek kendi tahayyüllerinin karşılık bulmamasının hayalkırıklığı sertleştiriyor, agresifleştiriyor. Erkekler sorumluluk almaksızın ailenin tüm yükünü kadınlara bırakmak, bununla birlikte kendisine de en üst seviyede ilgi, alakanın gösterilmesini istiyor. Gerçekçi olmayı, birbirimizi anlamayı, kanaat ve şükür etmeyi öğretmemiz gerekiyor, herkese. Biz bilinci oluşmadan aile olmaz ki bir hanede.

Keşke hayat sadece ortaokul zamanlarımdaki gözlemlerim ve değerlendirmelerim çerçevesinde kalsaydı. Herkesin en kıymetlisi evladını 23 kromozomunun sahibi olan ve o kıymetin dünyaya gelmesine vesile olan kişiye sevgisi bitse de, saygısının bitmediğini gözlemleyebilse idim. Keşke o masum yavruların babaları hayatta iken yetim kaldıklarına, annelerinin istekleri doğrultusunda babaları ile kurmaları gereken ilişkinin sonlandığına şahit olmasa idim. Keşke tam şekillenme evresindeki yavruların sırf haklılık yarışında diğer ebeveynin kötülenmesi ile tarafgirliğe zorlandıklarını bilmese idim. Keşke, her insana güvenilmeyeceğini, ayrı ayrı iyi insan olabilenlerin birbirlerine karşı ne derece acımasız olabileceklerini görmese idim. Keşke evliliğe saygının sadece kendiniz evli olduğunuzda değil de, karşı taraf evli olduğunda da gösterdiğiniz saygı olduğunun herkesçe benimsendiğini görebilse idim. Keşke henüz boşanmadan, iddet süresinin 300 gün olduğunu bilmeden başka bir erkekten çocuk sahibi olan kadınları, bu kadınlar yüzünden nesebin düzeltilmesi davaları ile uğraşan erkekleri, kamu görevlilerini, avukatları görmese idim. Keşke boşanmanın ertesi günü evlenebilen erkeklere mukabil, kadının iddet süresinin sonlanması için kamu hastanesinde koluna vurulan mühürle test yaptırması zorunluluğunu öğrenmese idim. Keşke eli yüzü dağılan, gözleri ile konuşan ve onların gözlerinden nem kapan gözlerimin eşlik ettiği hikayeler olmasa idi.

Aslında öz şu: “Kadın ya da erkek farketmiyor”. Cinsiyet ayrımı yok! İyi insanlar var, kötü insanlar var. Bizlerin üstüne düşen iyi insanların, kendi güçlükleri ile baş edebilen güçlü insanların sayısını arttırmak. Bu nedenle her keşkeme eklenen bir iyi ki var. İyi ki gördüm, iyi ki bir fanus içerisinde sadece kendi hayatıma dair sorunların ne derece küçük olduğunu anlayabildim. İyi ki, çok yönlü bakabildiğim bir çok hikaye oluştu belleğimde.

Kadın ve erkek insan olarak farketmiyor. Ancak Allah elbette farklı yaratmış birbirimizden. Örneğin bir tartışma anında erkek “bırak bir nefes alayım, sen de düşün, irdele sonra konuşalım”der, kadın “hemen şimdi”. Kadın eş zamanlı pek çok uygulamayı çalıştıran bir bilgisayar gibidir, erkek hangi uygulamada işi varsa onu yapar, kapatır, sıradakine geçer. Kadın “bitti” diyince bitmiştir. Erkeklerin bir kısmında bu “bitti” kabul edilemez, bitemez. Her problem aynı çözüm yoluyla çözülebilse idi, bilim de çok daha kolay olurdu. Sosyal konularda da tek bir çözüm sunulması yerine duruma ve koşula göre esneklik sağlanması gerekiyor. Halihazırda kendilerini geliştiren bireyler bu alternatif çözümleri geliştirebiliyorlar. Her insan birbirinden farklı meziyetlere sahip olduğu gibi farklı algılara sahip. Ve bizler iki farklı algının çatışmasının tarafı olmak durumunda bırakılıyoruz.

Ömür boyu nafaka almayı da insan onuruna yakıştıramadığım için katılmıyorum. Erkekleri yasaların, kadınların kışkırttığına da inanmıyorum. Devletin görevi kadını da korumak, aileyi de korumak. Kadın ve aile arasında ters orantı var sanılıyor. Oysa kadın güçlendikçe aile güçlenir, toplum güçlenir. Kadın var oldukça, mutlu oldukça aile var ve mutlu olur. 

Kadın mı güçlü, erkek mi güçlü? Güçlü olan gücünün farkında olup bunu başkalarını ezmek, eziyet etmek için kullanmayan! Cinsiyeti yok! Söylenebilecek çok ağır sözler olsa da kimsenin onuruna dokunmadan, saçını çekmeden sorunu ve çözüm önerilerini iletebilmek, mağduriyetler giderilirken diğer mağdurları da gözetmenin de cinsiyeti yok.

KADEM de iyi ki kurulmuş, iyi ki yolum kesişmiş… Çizilen kadın profilleri yerine adalet, hakkaniyet ve denge ile kadının kendi kimliğini çizmesi, sürdürmesi, kendi güçlenirken; ailesini de güçlendiren kadınların da, kadınları tek tipleştirmeden, kadın hakları savunuculuğunu birilerinin tekeline bırakmayan, genelde insan özelde kadın hakları üzerine adaleti esas alarak çabalayan KADEM’in de yolu hep açık olsun.